Kusur, yanlış, yanılgı, eksik, hata... Bu sözcükler tüm dillerde olumsuz kavramlar olarak değerlendirilir. İnsanlar, bekledikleri ile elde ettikleri arasındaki farkı kapatmak için hesaplamalar, planlar yaparlar; ölçer biçerler ve kabul edilen doğruya-hatasızlığa- ulaşmaya uğraşırlar. Böylece yaptıkları hataların sebep olduğu suçluluk, utanç, dışlanmışlık, başarısızlık, yetersizlik gibi duyguları deneyimlemek zorunda kalmazlar.
Oysa ki her insan yürümeye başlamadan önce defalarca düşmek, kendini sıcaktan korumayı öğrenmek için sıcak suya dokunmak, bağışıklık kazanmak için mikroplara maruz kalmak zorundadır. Büyümenin, gelişmenin şartı deneyimlemek, deneyimlerden öğrenmektir. Ve tüm öğrenme süreçleri hatalara gebedir.
Kırıştırılmış porselen kağıtlardan oluşan bir yığını merkeze aldığım çalışmamda, insanın ancak hatalarından var olabileceği düşüncesini vurgulamayı hedefledim.
Mükemmeli arayan bir yazar defalarca hatalı, eksik, kusurlu metinler kaleme alır. Buruşturulan kağıtlar anlamlı kağıtları; hatalar ve beklenmeyen sürprizler ise olgun inşanı inşa eder. İnsan ancak hataları sayesinde hamlığını aşıp olgunluğa ulaşma ihtimalini barındırır.
Büyükçe bir Newton beşiğini merkeze aldığım çalışmamda, temel fizik yasalarından yola çıkarak hata yapmanın devinirlik, ilerleme ve gelişim için gerekliliğine dikkat çekmeyi hedefledim.
Bilimsel çalışmalar, evrendeki en küçük bir cisimin bile var olan konumunu korumak ve önceden yaptığı şeyleri yapmaya devam etmek istediğini ortaya koyar. Cisimlerin eylemsizlikten kurtulabilmeleri için bir etkiye ve bu etkinin yarattığı sonuçlara tepki vermeye ihtiyaçları vardır. İlerlemek için harekete geçmek ve potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye dönüştürmek gerekir.
Karmaşık bir varlık olan insan da cisimler gibi çoğu zaman harekete geçmekten imtina eder. Bunun psikolojik sebeplerinin başında hata yapma korkusu yatar. Hata yapma ihtimalinin sebep olduğu kaygılar nedeniyle insan sarkaçtaki topları harekete geçirmez ve momentumu sağlamaz.
Oysa ki evren hareketi alkışlar. İnsanı ileriye taşıyan ve geliştiren tüm durumlar insanın hata yapma cesareti göstererek harekete geçmesi ve yürüdüğü yol boyunca yapacağı hatalardan öğrenmesi ile mümkündür.
Prensesler, ıssız ve yüksek tepelerin üzerinde inşa edilmiş ihtişamlı saraylarının duvarları arasında huzur ve yoğun bir can sıkıntısı içinde yaşarlar. Krallar ve kraliçeler ve onların halkları; askerler, hizmetliler, ulaklar ve jonglörler; hepsi prenseslerin yaşamlarını iyileştirmek ve onları kötülüklerden korumak için çabalar.
Prenseslerin haklarının kullanım ve telif hakları işte bu tuhaf ortamın elindedir. Kendilerini tanıma hakkı, tutkulara sahip olma hakkı, çılgınca dans etme hakkı, hata yapma hakkı... Bu hakların hiçbirine sahip değillerdir. Sırça fanusları içinde birer porselen bebek misali sarayın kurallarına uyarak hiç cesaret ve irade göstermeden kocaman bir boşluk duygusu ile yaşayıp giderler.
Prenses masallarının en büyük yanlışı kahramanlarının hata yapmalarına hiç olanak tanımamalarıdır. Sırça fanuslar içine hapsolmuş donuk ve cansız prenseslerin içinden hiç mi cesur bir prenses çıkmaz?
Yerleştirmemde, çeşitli sebeplerle sırça fanuslar içine hapsolmuş kadınları hata yapmaya davet ediyorum. Çünkü bu kadınlar ancak hata yapma cesareti gösterirlerse var olabilir, cansız birer süs objesinden gerçek kadınlara dönüşebilirler. Var olan en hatalı, en cesur, en günahkar, en dirençli, en yaralı ve en güzel kadınlara...
Tornada bilinçli olarak hatalı çektiğim küçük amfora formların büyük bir amfora formu oluşturduğu çalışmam; alışılmışın dışında olanın, genel değer yargılarının dışında olanın, hatalı ve çirkin olanın estetiğini ortaya koyuyor.
Genel geçer estetik algısı, altın oran kuralları, normallik algısı aşıldığında; hatalı olanı sevmeyi başardığımızda farklının estetik değerinin ve güzelliğinin keyfini çıkarabiliriz.
İşimin ismi; üretim sürecinde ilk üç denememde çamur ile bir türlü anlaşamamamdan, çamurun çatlayarak, çökerek ve yamularak beni çileden çıkarmasından, ancak dördüncü denememde mevcut halini almasından geliyor:)
"Dil Yarası" isimli çalışmamda geçmişten geleceğe kolektif bellek aracılığıyla aktarılan cinsiyetçi atasözleri ve deyimlerden yola çıkarak kadın ruhunda açılan yaralar ve bu yaraları iyileştirme çabası arasındaki ilişkiye dikkat çekmeyi hedefledim.
Kültürlerin yaratılmasında ve gelecek nesillere aktarılmasında en önemli araçlardan biri olan "ortak dilin" cinsiyetçi ve ayrımcı referanslarla kullanılmasının yaralayıcı sonuçlarını araştırmak için dil nesne-imge ilişkisine odaklandım.
Kendine dayatılan toplumsal kimliğe edilgen ve suskun kalan kadın, "örme" eylemi aracılığıyla hem kendi yarasını hem de yarasının devasını üreterek ayrımcı dilin yaralayıcı etkisini bir döngü içinde yeniden ve yeniden ifadeye taşıyıp ona gerçeklik kazandırıyor.
Toplumsal belleği inşa eden ortak dildeki ayrımcı kodların oluşturduğu, kadının dişiliğini sürekli bastıran, kadını aşağılayan, ikincilleştiren ve ötekileştiren kültürel ortama direnç göstermedikçe kadın; ayrıştırıcı kültürel değerleri örerek gelecek nesillerle eksik ve yanlış bağlar kuruyor.
İlkel toplulukların tarih öncesinde artı ürün elde etmesi ile başlayan tüketim alışkanlığı, modern çağda çılgın bir ‘bağımlılık halini’ işaret ediyor. Günümüzde neredeyse nefes almak kadar elzem olan ‘tüketmek’ eylemi sonucunda nesneler fiziksel olarak tamamen yok ediliyor ya da nesnelerin çekicilikleri tamamen tüketiliyor. Modern evrenin haz odaklı bireyleri, tüketimi ‘ihtiyaçların karşılanması’ eyleminden ‘arzuların kesintisiz ve hızlı şekilde tatmin edilmesine hizmet eden bir olguya’ dönüştürmüş durumda. Nesneler, ilişkiler, kavramlar, doğa, duygular, bedenler… Her şey tüketilmek üzere var. Hepsi içleri boşaltılmış, gerçeklikten tamamen uzak birer yanılsama.
Dünya ile ilişkisi şeffaflığını yitirdikçe insan; yaşam ve kendisi hakkındaki anlamdan yoksun kalarak kimliğini kaybediyor. Modern çağın çılgın hızına ve yok ediciliğine adapte olmaya çalışırken bir laboratuvar faresi misali mevcut düzenin çarkında, bir kısır döngü içinde kendi kendini tüketiyor. Modern tüketim toplumlarını oluşturan bireyler ‘mutluluğu’ ‘tüketerek ve geçici hazlar peşinde koşarak’ bulacağı yanılgısı ile kendini dipsiz bir mutsuzluğa hapsediyor.
Jean Baudrillard’ın kitaplarından yola çıktığım çalışmamda, tüketim kültürünün yaşamın tüm alanlarına hakim olduğu tüketim toplumları için ‘tüketmek’ eyleminin bir ‘sorun giderme aracı’, ‘yatıştırıcı’, ‘antidepresan’ ya da ‘acil durum kiti’ yerine geçmesine vurgu yapıyorum. Modern toplumun tüketim kültürü içinde bireyler ruhsal bozukluklarını tedavi etmek, manevi çöküşlerini ertelemek, mutsuzluklarını gidermek, hayal kırıklıklarını onarmak için tüketmeye bağımlıdır. Birey; ihtiyaç halinde ‘ecza dolabını’ açar, ilacını alır. Çekici vitrinlerdeki gösterge nesnelerini tüketerek sanal bir gerçeklikte, sanal bir kimlik ile iyileştiğini, mutlu olduğunu varsayar.
İnsan; topluluk içinde, kendi doğası ile iç içe yaşar. İnsanın 'kendi doğası' ve insanın 'insan' ile ilişkilerindeki denge onun özgürlük alanını belirler. İçinde yaşadığı toplumun dinamiklerine sıkı sıkıya bağlanan insan gittikçe kendi doğasından, özgünlüğünden ve özgürlüğünden uzaklaşarak, sürüye katılır.
Peki onca yasa, kural, zorunluluk varken birey kendi doğası, kendi değerleri, kendi istekleri ile nasıl özgür olabilir? Diğer pek çok konuda olduğu gibi burada da öncelikli etken; insanın 'benlik oluşturma' sürecindeki deneyimleridir. İçinde bulunulan ilk sosyal ortam ailedir, bunu okul ve sosyal çevre takip eder.
Benlik oluşumu ve bireyselliğe geçiş dönemlerinde çocuklara ailesi, okulu ve çevresi tarafından çizilen sınırlar, aynı zamanda onların yaşam boyu bireysel ve toplumsal özgürlük alanının sınırlarını da belirler. Kendi doğasının zorunluluklarına uygun bireyler olma şansına sahip olmayan, kanadı kırık kuşlara benzer çocuklar kafesler içinde yaşarlar.
'Sınır' isimli çalışmam, ilk sosyal ortamlarında özgürlük olgusuna sürekli ket vurulan yanlış sınırlandırılmış çocuklara gönderme yapar. Oyunlarında kâğıt uçakları, balonları özgürce uçuran çocuklar, kendi kanatları ile uçma zamanı gelince bocalar. İçinde yaşadıkları toplumun değerleri, kültürü, gelenek-görenek, örf-adetleri, töreleri, inançları ile sınırlandırılan çocuklar kurdukları hayallerden giderek uzaklaşır. Kendi arzu, tutku, irade ve isteklerine uygun seçim yapmaları engellendikçe kendi kimlikleri yerine sürünün kimliğine bürünerek hayatları boyunca özgürleşemezler.
“Ah nerede o eski bayramlar…” Bu cümledeki serzenişin altında geçmişe özlem ve tatlı anıları tekrar etme arzusu yatıyor. Bireylerin olduğu gibi, toplumların da özdeşliğini belirleyen kendine has, özgün kimlikleri var. Bu kimliklerin belkemiğini ise kültürel ögeler, gelenek görenekler, örf adetler ve o toplumun kolektif belleğinin ortak değerleri oluşturuyor.
Toplumların geçmişten günümüze deneyimlediği kültürel süreçlerinin ve pozitif ortak değerlerinin büyük bir kısmı günümüz modern dünyasının ulaşılamaz değişim hızına ayak uyduramayarak yok oluyor. Bunun sonucunda ise öz kimliğinden uzaklaşmış, özgünlüğünü kaybetmiş, yozlaşmış, köksüz, derinliksiz toplumlar ortaya çıkıyor.
İçinde bulunduğumuz coğrafyanın eleştirilecek pek çok gelenek göreneğinin yanı sıra, toplum kimliğine pozitif etki eden, gelenek görenekleri de mevcut. Bayramlaşma geleneği de bunlardan biri. Fakat her şeyin tüketmek üzerine kurgulandığı, yapay ve plastik ilişkilerin, materyalizmin kabul gördüğü günümüz dünya düzeninden nasibini alan toplumumuzda acaba ağzımızın eski tadı var mı?
Geçmişin pozitif kültürel değerlerinin yok olmaya yüz tuttuğu, yozlaşmış toplumumuzda acaba o eski bayramlarda yediğimiz şekerlerin tadını hala alabiliyor muyuz yoksa nereye gittiği belirsiz bir geleceğe doğru şeker yerine taş yediğimiz hissine kapılıyor muyuz?
“Orpheus ve Eurydice” mitinden yola çıkarak ‘unutmak-hatırlamak’ kavramlarını mercek altına aldığım çalışmamda ‘kadının özünden uzaklaştırılması’ sorunsalına dikkat çekmeyi hedefledim.
Tarih boyunca sezgisel, duygusal, mantıksal ve dişil nitelikleri ile erkek cinsini tedirgin etmiş; bunun sonucunda ise gücüne, cesaretine, özgüvenine, becerilerine, yaratıcılığına ve özgürlüğüne sürekli ket vurulan kadını merkeze aldığım çalışmamda; özünü unutmuş olan kadın, öldürücü cam parçaları üzerinde yumuşacık bir yastıkta mışıl mışıl uyuyor.
Erkek egemen bakış açısının kararlaştırdığı rollere bürünen, özgüveni yerle bir edilen, ötekileştirilen, güçsüzleştirilen, aşağılanan, metalaştıralan, şiddete maruz kalan kadın; konformist alanda kalmayı seçerek güvende olduğunu varsaydığı çok tehlikeli derin bir uykuya hapsolmuş. Ve kadın kendi özünde doğal olarak varolan gücünü yeniden keşfetmediği, çeşitli sebeplerle unuttuğu niteliklerini hatırlayıp harekete geçmediği sürece nesiller boyu uyutulmaya mahkum…
Anamnesis: Platon’un epistemoloji teorisinde doğumdan önce edinilen, doğuştan gelen bilgilerin hatırlanması anlamına gelir. Kavram, öğrenmenin bilgiyi kişinin kendi içinden yeniden keşfetme eylemini içerdiği iddiasını öne sürer.
Web sitesi trafiğini analiz etmek ve web sitesi deneyiminizi optimize etmek amacıyla çerezler kullanıyoruz. Çerez kullanımımızı kabul ettiğinizde, verileriniz tüm diğer kullanıcı verileriyle birlikte derlenir.