"Dil Yarası" isimli çalışmamda geçmişten geleceğe kolektif bellek aracılığıyla aktarılan cinsiyetçi atasözleri ve deyimlerden yola çıkarak kadın ruhunda açılan yaralar ve bu yaraları iyileştirme çabası arasındaki ilişkiye dikkat çekmeyi hedefledim.
Kültürlerin yaratılmasında ve gelecek nesillere aktarılmasında en önemli araçlardan biri olan "ortak dilin" cinsiyetçi ve ayrımcı referanslarla kullanılmasının yaralayıcı sonuçlarını araştırmak için dil nesne-imge ilişkisine odaklandım.
Kendine dayatılan toplumsal kimliğe edilgen ve suskun kalan kadın, "örme" eylemi aracılığıyla hem kendi yarasını hem de yarasının devasını üreterek ayrımcı dilin yaralayıcı etkisini bir döngü içinde yeniden ve yeniden ifadeye taşıyıp ona gerçeklik kazandırıyor.
Toplumsal belleği inşa eden ortak dildeki ayrımcı kodların oluşturduğu, kadının dişiliğini sürekli bastıran, kadını aşağılayan, ikincilleştiren ve ötekileştiren kültürel ortama direnç göstermedikçe kadın; ayrıştırıcı kültürel değerleri örerek gelecek nesillerle eksik ve yanlış bağlar kuruyor.
İlkel toplulukların tarih öncesinde artı ürün elde etmesi ile başlayan tüketim alışkanlığı, modern çağda çılgın bir ‘bağımlılık halini’ işaret ediyor. Günümüzde neredeyse nefes almak kadar elzem olan ‘tüketmek’ eylemi sonucunda nesneler fiziksel olarak tamamen yok ediliyor ya da nesnelerin çekicilikleri tamamen tüketiliyor. Modern evrenin haz odaklı bireyleri, tüketimi ‘ihtiyaçların karşılanması’ eyleminden ‘arzuların kesintisiz ve hızlı şekilde tatmin edilmesine hizmet eden bir olguya’ dönüştürmüş durumda. Nesneler, ilişkiler, kavramlar, doğa, duygular, bedenler… Her şey tüketilmek üzere var. Hepsi içleri boşaltılmış, gerçeklikten tamamen uzak birer yanılsama.
Dünya ile ilişkisi şeffaflığını yitirdikçe insan; yaşam ve kendisi hakkındaki anlamdan yoksun kalarak kimliğini kaybediyor. Modern çağın çılgın hızına ve yok ediciliğine adapte olmaya çalışırken bir laboratuvar faresi misali mevcut düzenin çarkında, bir kısır döngü içinde kendi kendini tüketiyor. Modern tüketim toplumlarını oluşturan bireyler ‘mutluluğu’ ‘tüketerek ve geçici hazlar peşinde koşarak’ bulacağı yanılgısı ile kendini dipsiz bir mutsuzluğa hapsediyor.
Jean Baudrillard’ın kitaplarından yola çıktığım çalışmamda, tüketim kültürünün yaşamın tüm alanlarına hakim olduğu tüketim toplumları için ‘tüketmek’ eyleminin bir ‘sorun giderme aracı’, ‘yatıştırıcı’, ‘antidepresan’ ya da ‘acil durum kiti’ yerine geçmesine vurgu yapıyorum. Modern toplumun tüketim kültürü içinde bireyler ruhsal bozukluklarını tedavi etmek, manevi çöküşlerini ertelemek, mutsuzluklarını gidermek, hayal kırıklıklarını onarmak için tüketmeye bağımlıdır. Birey; ihtiyaç halinde ‘ecza dolabını’ açar, ilacını alır. Çekici vitrinlerdeki gösterge nesnelerini tüketerek sanal bir gerçeklikte, sanal bir kimlik ile iyileştiğini, mutlu olduğunu varsayar.
İnsan; topluluk içinde, kendi doğası ile iç içe yaşar. İnsanın 'kendi doğası' ve insanın 'insan' ile ilişkilerindeki denge onun özgürlük alanını belirler. İçinde yaşadığı toplumun dinamiklerine sıkı sıkıya bağlanan insan gittikçe kendi doğasından, özgünlüğünden ve özgürlüğünden uzaklaşarak, sürüye katılır.
Peki onca yasa, kural, zorunluluk varken birey kendi doğası, kendi değerleri, kendi istekleri ile nasıl özgür olabilir? Diğer pek çok konuda olduğu gibi burada da öncelikli etken; insanın 'benlik oluşturma' sürecindeki deneyimleridir. İçinde bulunulan ilk sosyal ortam ailedir, bunu okul ve sosyal çevre takip eder.
Benlik oluşumu ve bireyselliğe geçiş dönemlerinde çocuklara ailesi, okulu ve çevresi tarafından çizilen sınırlar, aynı zamanda onların yaşam boyu bireysel ve toplumsal özgürlük alanının sınırlarını da belirler. Kendi doğasının zorunluluklarına uygun bireyler olma şansına sahip olmayan, kanadı kırık kuşlara benzer çocuklar kafesler içinde yaşarlar.
'Sınır' isimli çalışmam, ilk sosyal ortamlarında özgürlük olgusuna sürekli ket vurulan yanlış sınırlandırılmış çocuklara gönderme yapar. Oyunlarında kâğıt uçakları, balonları özgürce uçuran çocuklar, kendi kanatları ile uçma zamanı gelince bocalar. İçinde yaşadıkları toplumun değerleri, kültürü, gelenek-görenek, örf-adetleri, töreleri, inançları ile sınırlandırılan çocuklar kurdukları hayallerden giderek uzaklaşır. Kendi arzu, tutku, irade ve isteklerine uygun seçim yapmaları engellendikçe kendi kimlikleri yerine sürünün kimliğine bürünerek hayatları boyunca özgürleşemezler.
“Ah nerede o eski bayramlar…” Bu cümledeki serzenişin altında geçmişe özlem ve tatlı anıları tekrar etme arzusu yatıyor. Bireylerin olduğu gibi, toplumların da özdeşliğini belirleyen kendine has, özgün kimlikleri var. Bu kimliklerin belkemiğini ise kültürel ögeler, gelenek görenekler, örf adetler ve o toplumun kolektif belleğinin ortak değerleri oluşturuyor.
Toplumların geçmişten günümüze deneyimlediği kültürel süreçlerinin ve pozitif ortak değerlerinin büyük bir kısmı günümüz modern dünyasının ulaşılamaz değişim hızına ayak uyduramayarak yok oluyor. Bunun sonucunda ise öz kimliğinden uzaklaşmış, özgünlüğünü kaybetmiş, yozlaşmış, köksüz, derinliksiz toplumlar ortaya çıkıyor.
İçinde bulunduğumuz coğrafyanın eleştirilecek pek çok gelenek göreneğinin yanı sıra, toplum kimliğine pozitif etki eden, gelenek görenekleri de mevcut. Bayramlaşma geleneği de bunlardan biri. Fakat her şeyin tüketmek üzerine kurgulandığı, yapay ve plastik ilişkilerin, materyalizmin kabul gördüğü günümüz dünya düzeninden nasibini alan toplumumuzda acaba ağzımızın eski tadı var mı?
Geçmişin pozitif kültürel değerlerinin yok olmaya yüz tuttuğu, yozlaşmış toplumumuzda acaba o eski bayramlarda yediğimiz şekerlerin tadını hala alabiliyor muyuz yoksa nereye gittiği belirsiz bir geleceğe doğru şeker yerine taş yediğimiz hissine kapılıyor muyuz?
“Orpheus ve Eurydice” mitinden yola çıkarak ‘unutmak-hatırlamak’ kavramlarını mercek altına aldığım çalışmamda ‘kadının özünden uzaklaştırılması’ sorunsalına dikkat çekmeyi hedefledim.
Tarih boyunca sezgisel, duygusal, mantıksal ve dişil nitelikleri ile erkek cinsini tedirgin etmiş; bunun sonucunda ise gücüne, cesaretine, özgüvenine, becerilerine, yaratıcılığına ve özgürlüğüne sürekli ket vurulan kadını merkeze aldığım çalışmamda; özünü unutmuş olan kadın, öldürücü cam parçaları üzerinde yumuşacık bir yastıkta mışıl mışıl uyuyor.
Erkek egemen bakış açısının kararlaştırdığı rollere bürünen, özgüveni yerle bir edilen, ötekileştirilen, güçsüzleştirilen, aşağılanan, metalaştıralan, şiddete maruz kalan kadın; konformist alanda kalmayı seçerek güvende olduğunu varsaydığı çok tehlikeli derin bir uykuya hapsolmuş. Ve kadın kendi özünde doğal olarak varolan gücünü yeniden keşfetmediği, çeşitli sebeplerle unuttuğu niteliklerini hatırlayıp harekete geçmediği sürece nesiller boyu uyutulmaya mahkum…
Anamnesis: Platon’un epistemoloji teorisinde doğumdan önce edinilen, doğuştan gelen bilgilerin hatırlanması anlamına gelir. Kavram, öğrenmenin bilgiyi kişinin kendi içinden yeniden keşfetme eylemini içerdiği iddiasını öne sürer.
Web sitesi trafiğini analiz etmek ve web sitesi deneyiminizi optimize etmek amacıyla çerezler kullanıyoruz. Çerez kullanımımızı kabul ettiğinizde, verileriniz tüm diğer kullanıcı verileriyle birlikte derlenir.